"BU RİSALE ÖNCEDEN
BENİMSEDİĞİMİZ VE DAVET ETTİĞİMİZ ŞİMDİ İSE AŞIRI VE YANLIŞ OLDUĞUNU GÖRDÜĞÜMÜZ
VE İNANDIĞIMIZ MUAYYEN KİŞİNİN TEKFİRİ VE GENEL TEKFİR KONULARINDA
YAPMIŞ OLDUĞUMUZ HATALARIN TASHİHİ VE BEYANIDIR"
Bizi doğru yola ileten Allah"a hamd
olsun zaten bize hidayet vermiş olmasaydı biz kendiliğimizden bu doğru yolu
bulamayacaktık (Araf 43)
Şüphesiz ki hamd Allah"a
aittir Ondan yardım diler ve Ona istiğfar ederiz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden
Allah"a sığınırız. Allahu Teala
kime hidayet ederse onu saptıracak yoktur
ve kimi de saptırırsa ona hidayet edecek yoktur.
Allah"tan başka ilah olmadığına tek olup ortağı bulunmadığına Muhammed
s.a.v. in onun kulu ve resulü olduğuna şehadet
ederiz.
Halimizi Allah"a arz ediyoruz.
Ey bizleri tanıyan kardeşlerim! Bildiğiniz
gibi bizler tevhid akidesini insanlar için, nefsimize
hoş geldiği için veya dünyevi bir menfaat sağlamak için benimsemedik yüce Allah
şahiddir ki biz ancak;
Rabbimize olan imanımızdan Ondan beklediğimiz mağfiret ve rızasından
dolayı, kınayıcının kınamasından korkmadan, muhalifleri karşımıza alarak ve
bunun en doğru yol olduğuna iman ederek bu davayı kabul ettik.
Bizleri tanıyanlar bilirler ki; Biz bu davayı bu şekilde
kabul ettikten sonra Allah"a hamd olsun ki sahip
olduğumuz en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün maddi ve manevi değerlerimizi
davamız adına bir an bile tereddüt etmeden feda etmeye hazırdık ve hazırız
inşallah. Yüce Rabbimizden dileğimiz bu hal üzerine bizleri huzuruna almasıdır.
Biz bu akideyi kabul ederken Rabbimize şöyle bir niyazda
bulunmuştuk; "Ey Rabbimiz biz şimdilik en doğru bildiğimiz akide
üzerine sana kulluk yapmaya çalışıyoruz. Ey rabbimiz eğer senin katında bizim
bilmediğimiz bundan daha doğru bir akide varsa, onu bize göster. Sana söz veriyoruz
bize göstereceğin en doğru akideyi ne pahasına olursa olsun benimseyeceğiz ve
ona davet edeceğiz inş” (Âmin).
Evet, kardeşlerimiz bu sözün üzerindeyiz.
Günlerden bir gün üzerinde bulunduğumuz akideden daha doğru
bir akide kuran ve sünnetten delilleriyle getirilirse ona tabi olacağız, şunu
biliyoruz ki delalete düşenlerin büyük bir çoğunluğu üzerinde bulundukları
inançlara olan taassuplarından-bağnazlıklarından dolayı sapmışlardır. Onlara
gelen inanca, doğrumu- yanlış mı gözüyle değilde
benimsediğim fikre uyuyormu-uymuyormu
gözüyle bakmaları neticesiyle sapmışlardır. Rabbim bizi ve iman eden
kardeşlerimizi yanlış bilgiler üzerinde taassup etmekten sakındırsın. Âmin.
Buna böyle inanmamızın ve böyle bir metodu düstur
edinmemizin sebebine gelince şunları söyleriz; Yarın mahkemeyi kübrada kişiye fayda sağlayacak olan selim ve doğru
inançtır (doğru akidedir) kişi en doğru yola uyup uymadığı hususunda
hesaba çekilecektir. O günde hiç kimsenin kimseye faydası olmayacaktır.
Şayet kıyamet gününde önceki fikirlerini bıraktı diye kişiyi
yeren insanların kıyamet gününde o kişiye bir fayda sağlayıp onu azaptan
kurtaracak güçleri olsaydı, kişi yanlış bildiği fikirlerini bırakmamakta
tereddüde düşebilir, “nede olsa beni azaptan koruyacak birileri var”
diyebilirdi. Fakat heyhat! Böyle bir şey mümkün değildir.
Şu da bir gerçektir ki, kişinin yıllarca inandığı, ona davet
ettiği, uğurunda bedel ödediği inancını bir anda değiştirmesi çok zordur. Ancak
bizim burada kastettiğimiz değişiklik en iyiye ve en doğruya ulaşmak için
yapılan bir değişiklik olduğundan her ne kadar başta kişiye zor-ağır gelse de
sonu, yaşamakla anlaşılan tarif edilmez bir haz verir ve umarız ki nihayeti
cennet olur inş... Biz bunu yaşamış ve bir fiil
tecrübe etmişizdir.
Bazı insanlar sıkıntıya uğradıklarında doğru bildikleri (doğru
olan) inançlarından vaz geçmektedirler. Bu
asrımızda bunun birçok örneğine rastlamaktayız örnek; ihvan cemaati, cemaati islamiyyeden bazı etkin kişiler, Selman Avde
vs. daha niceleri...
Bu gerçekten hazin bir durumdur. Bunları bilen ve bunlardan muteellim olan kardeşlerimiz bu konuya karşı çok hassas
olmuşlardır. Artık falan kişi fikirlerini değiştirdi denilince hiç araştırmadan
ve meselenin ne olduğunu öğrenmeden "hapis zor geldi de fikirlerinizden
mi döndünüz?" derler.
Hayır, vallahi biz davamızdan bir an olsun bile dönmedik.
Bizim değiştirdiğimiz ancak cuzi konulardaki aşırı
olan bazı fikirlerimizdir yoksa
davayı bırakmaktan gerisin geri dönmekten Allah Teala
ya sığınırız. Bizim davamızdan döndüğümüzü söyleyenler, bize büyük bir iftira
etmiş ve yalan söylemişlerdir. Yarın mahkemeyi kübrada
onlardan davacıyız.
Biz hiçbir zaman doğru bildiklerimizden vazgeçmedik ve
vazgeçmeyeceğiz biiznillah. Rabbim bize ve tüm
Müslüman kardeşlerimize yanlış(ifrat-tefrit) olan fikirlerinden vaz geçmeyi ve sıratı müstakime uymayı nasib
etsin. AMİN
Ebu Hureyre r.a.’dan.
Rasulullah s.a.v. dedi ki;
"Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki (eğer) siz günah işlemezseniz, Allah sizleri
götürür yerinize günah işleyen bir kavim getirir. Onlar Allah Tealadan günahlarının affını diler O’da onları affederdi. (Muslim)
Evet bizler insan olmamız hasebiyle hata etme ihtimalimiz
kaçınılmazdır. Ancak erdem, hatadan dönmek ve tevbe
etmektir.
Enes r.a. dan Rasulullah s.a.v. şöyle dedi ;
“Bütün âdemoğulları hata eder hatalıların (günahkârların) en
hayırlıları tevbe edenlerdir” (hasen
hadis Tirmizi)
Yine başka bir hadiste Abdullah bin Mesud
r.a. den Rasulullah s.a.v şöyle buyurdu
"Günahtan tevbe eden günahı işlememiş gibidir." (ibni Mace)
Evet bizim insan olmamız, yeni ilim talebesi olmamız, henüz
ilimde derinleşemememiz, bu tevhid akidesini hakkıyla
savunan ehli sünnet âlimlerinin bulunduğumuz
bölgelerde bulunmaması, bizim akideyi kendi kendimize (kitaplardan)
öğrenmemiz, içerisinde bulunduğumuz toplumun islam
dinine karşı duyarsızlıkları, özellikle sahih akideden uzak-içi sapıklıklarla
dolu bir inanç edinmeleri, islam ümmetinin içinde
bulunduğu bu hazin hali hergün müşahede etmemiz,
Müslüman’ım diyen bu yığınlarca toplumun buna karşı baş kaldırmaması, öbür
taraftan dinine bağlı olan içlerinde ilim ehli olmayan ve "bu halkın
duyarsızlığına ne kadar sert olursak o kadar iyi olur." zannıyla
aşırıya giden muvahhid gençlerin etkileri ve daha
sayabileceğimiz bir çok nedenden dolayı bizlerde gün geçtikçe bazı konularda
aşırıya kaçtık.
Her ne kadar doğru olduğunu bildiğimiz ve bunun içinde
savunduğumuz, savunma esnasında kuran sünnet ve âlimlerin sözleriyle delillendirmeye çalışıyorduksa da, şimdi ise onların tam
olarak ilmi usullere (delillere) ve ehli sünnet
âlimlerinin itikadına tam isabet etmediğini gördük ve bu tüm olanlardan sonra
bazı konularda hata işlediğimizi gördük.
Hatamızdan pişmanız, tevbe
ediyoruz ve şunu söylüyoruz; Her ne zaman ve her ne yerde olursa olsun bizim
söylediğimiz ve yazdığımız ehli sünnetin akidesine
uymayan her türlü fikirlerimizden vazgeçiyoruz. Sahabe ve tabiinin üzerinde
bulunduğu bozulmamış İslam akidesi üzerinde bulunduğumuzu beyan ediyoruz.
Kim olursa olsun bize kuran ve sünnete muhalif, ehli sünnet âlimlerinin savunmadığı bir fikrimiz olduğunu
söylerde, bunun yanlış olduğunu delilleriyle bize ispat ederse bundan dönmekte
insanların en mesruru biz oluruz.
Bu mukaddimeden sonra yanlış olduğunu anladığımız konuları
tek tek açıklamaya çalışacağız inş.
Çaba bizden muvaffakiyet Allah"tandır.
SÖZ VE AMELDEN ÖNCE İLMİN GEREKLİLİĞİ
Bizim bulunduğumuz davet ortamında özellikle islamın en ağır konularından olan tekfir konularında
bilgisi olan ve olmayan herkes çekinmeden konuşur ve sağdan soldan duyduğu
genelde ilmi mesnetlere uymayan bilgiyle hüküm belirtirdi.
Tabi doğal olarak böyle bir ortamda hergün
yeni fikirler, yeni ihtilaflı konular, yeni tartışmalar ortaya çıkar ve bunun
neticesi olarak bölünmeler, yeni gruplar, yeni oluşumlar ortaya çıkardı. Tabiî
ki genelin ortak olarak kabul ettikleri ilim adamlarının olmaması bu
ihtilafların bugüne kadar süre gelmesine sebep olmuştur. Bunun daha ne kadar
süreceği bilinmemekle birlikte Yüce Allah"tan bir an önce bunu bitirmesini
ilhak ile istiyoruz. (Amin)
Böyle bir ortamın oluşumuna yol açanlar şüphesiz yanlış
davet metoduyla davet eden biz davetçileriz. Çünkü bizler davete tekfir ile
başlar ve tekfir ile bitirirdik. İslam ile yeni tanışmış akideyi bilmeyen,
namaz kılmasını bilmeyen, kuran okumasını bilmeyen, İslamın
en küçük meselelerinde dahi yeterli bilgiye sahip olmayan gençlere ilk olarak
tekfiri telkin etmek (Burada kast ettiğimiz LAİLAHE İLLALLAH"ın
ilk şartı olan tağutu inkar
değildir.) bunu vakıaya indirgemek, tek tek
fertler üzerinde tatbik ettirmek ve hatta tekfir etmedikleri takdirde bunun
kendi tekfirlerine sebep olacağını söylemek ve daha bunun gibi müçtehid âlimlerin işi olan islamın
en ağır, en zor konularını telkin etme neticesinde böyle ortamlar oluşmuştur.
Şüphesiz böyle ortamların oluşmasında tek suçlu biz değiliz
ancak bizden dolayı kaynaklanan bu konudaki bütün yanlışlardan dönüyor ve tevbe ediyoruz.
Bu konuda doğru olan metodun ise aşağıda özel olarak
delilleriyle yazacağımız şekilde olması gerektiğine inanıyoruz.
—BİLGİNİN SÖZ VE AMELDEN ÖNCE OLMASI GEKEKİR.
__DELİLLER İSE;
a) Deki; Rabbim ancak açık ve gizli
kötülükleri, günahı ve haksız yere sınır aşmayı, hakkında hiçbir delil
indirmediği bir şeyi Allah"a ortak koşmanızı ve Allah hakkında
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır (Araf23)
Bu ayette açıkça belirtilmiştir ki Allah hakkında bilgisizce
söz söylemek büyük haramlardandır. Allah hakkında bilgisizce söz söylemeyi
şeytan insana süslü göstermektedir. Allah Teala
ayette şöyle buyuruyor;
"Ey İnsanlar..Şeytanın peşine düşmeyin, zira şeytan sizin apaçık
düşmanınızdır. o size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah
hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeyi emreder (Bakara 168)
b) "... Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartışınız; fakat
bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz !....(Ali-imran 66)
Allah teala bu ayette bilgi sahibi
olmadığı halde tartışmaya girenleri yermiştir. Buda bunun haram olduğunun
göstergesidir. Bundan dolayı Rabbimiz "Eğer
bilmiyorsanız bilenlere sorun"
(Nahl 43) emrini buyurmuştur.
Şüphesizki tevhid konularında bilgisizce
konuşmak normal fıkhi konularda bilgisizce
konuşmaktan daha büyüktür imam Buhari derki "İlim söz ve amelden önce olmalıdır.’’ Allah teala ilimle başlayarak
şöyle buyurur ! "Bilki
Allah'tan başka ilah yoktur” (Muhammed 19)
burada dikkat edilirse Yüce Allah tevhidden önce
bilgiyi emretti.
Abdullah ibni Abbas (ra) dan:
Rasulullah (sav) zamanında bir adam yaralandı sonra ihtilam
oldu, kendisine yıkanması söylendi, yıkandı ve (bu yüzden) öldü.
Rasulullah (sav) bunu duyunca şöyle dedi; “Onu öldürdüler, Allah’ta onları öldürsün madem
bilmiyorlardı, sormaları gerekmezmiydi? Ancak
cehaletin şifası sormaktır. (öğrenmektir) Ona teyemmüm etmesi gerekliydi
(Ebu Davut - ibn
Mace)
Bu hadiste açıkça görülmektedir ki, Allah rasulu (sav) teyemmüm konusunda bilgisizce fetva verenleri
ağır bir dille eleştirmiştir. Rasulullah (sav)'in bu davranışından bilindi ki:
İslami konuların en basitinden (taharet konusunda) bilgisizce konuşmak haramdır
günahtır.
Evet, başta da söylediğimiz gibi İslami ilimlerde derinleşen
kadıların dahi hüküm vermekte zorlandıkları bazı konularda; ne yazık ki bu gün
ilimden nasibi olmayan, yani islamla yeni tanışmış
gençler arkalarına bakmadan hüküm vermektedirler. Bizde bazen farkında olmadan
bunu yapıyor ve yanımızda yapıldığında ses çıkarmıyorduk. Rabbimizin bizi
affetmesini her zaman ve her yerde bize doğruyu göstermesini niyaz ederiz.
Bureyde (r.a.)'dan Rasulullah (sav) dedi ki;
Hâkimler (üç) türlüdür. Bunlardan biri cennetlik ikisi
cehennemliktir. Cennetlik olan doğruyu bilip hak ile hükmedenler, zulümle hüküm
veren ve cahillikle bilmeden insanlar arasında hükmedenler ise cehennemliktir. ( Ebu
Davut)
Müslüman bir kişi bir konuda hüküm vermeden önce bu hadisi
hatırlamalı ve vereceği hüküm ile bu üç sınıftan hangi sınıfa gireceğini çok
iyi düşünmelidir.
Hüküm vermeye (fetva vermeye) ehliyeti olmayan cahil kişinin
hüküm belirtmesi haramdır.
ibni Hamedan derki; Doğru cevap vermiş
olsa dahi cahilin fetva vermesi haramdır.
İbni kayyım (r.h.)
derki; “Fetva verme ehliyetine sahip olmadan
insanlara fetva veren (hüküm belirten) asi ve günahkâr olur. Eğer emir (yönetici)
onu bu durumda gördüğü halde men etmiyor (alıkoymuyorsa)(emirde) asi ve
günahkâr olur.
Devamla dedi ki; İmam Şafii, imam Ahmed
ve bunlardan başka imamlarda (Allah hepsine rahmet etsin) katı bir
şekilde derlerki; kişiye ilimsiz bir şekilde fetva
vermesi caiz değildir.”
Bu konuda icma nakledilmiştir (ilam el-muvakkiin)
Evet, bilgisizce hüküm belirleyen kişi tıbb
ilminde bilmeden insanları tedavi etmeye çalışan kişi gibidir. Böyle bir kişinin
zararı faydasından çok olur. Bu nedenle Allah tan korkmak lazım, bir meselede
yeterli bilgiye sahip olmadan o meselede hüküm belirtmemek gerekir. İllede öğrenilmesi ve hakkında hüküm verilmesine gerek
duyulur ise muteber ilim ehlinden sorulmalıdır kişinin bulunduğu bölgede ilim
ehli yok ise bu kişinin üzerine düşen kendisine bu meseleyi öğretecek âlimlerin
bulunduğu yerlere hicret etmesi vacib olur.
İbn Hazm (r.h.)
şöyle der;
Bizden (Müslümanlardan) her kim badiyesinde (kaldığı
bölgede) kendisine şeri hükümleri öğreten
birilerini (âlimleri) bulmazsa, kendisine dinini öğretecek fakihlerin
bulunduğu bölgelere -ister erkek olsun ister kadın- hicret etmesi farzdır"
(el-ihkam c
5/s 118)
Bilgisizce hüküm veren kişi hem kendisini hemde kendisine uyan kişileri saptırır (delalete düşürür)
Abdullah bin Amr bin el-as
(r.a.)dan Rasulullah (sav) buyurdu ki;
Allah, ilmi kullarından bir anda çekip çıkartmakla
almaz, âlimlerin ruhunu alarak alır. Sonunda geriye bir tane dahi âlim
bırakmaz, halkda bir takım cahilleri emir edinir,
bunlara sorular sorulur onlarda bilgisizce fetva verip hem kendileri saparlar hemde başkalarını saptırırlar (Buhari)
TEKFİR
Tekfir konusu insanların mallarını, kanlarını, ırzlarını,
dünyadaki konumlarını ve ahiret yurdunda ebedi mutluluk veya ebedi azab görmeleri konularıyla direk alakalı bir konu
olduğundan ve İslami kaynaklarda çok geniş bir şekilde ele alındığından dolayı
çok dikkat gerektiren hassas bir konudur.
Bu nedenle böylesi hassas konuda konuşurken çok dikkatli
olunmalıdır. Özellikle eğer hüküm belirleme söz konusuysa bunun şartlarını,
manilerini ve bu hüküm üzerine bina eden neticeleri çok iyi bilmeyen kişiler bu
konuda hüküm belirleyecek sözler sarf etmemelidirler.
Bu konu İslami ilimleri en iyi bilen islam
âlimleri ve kadıların işidir.
Bulunduğumuz ortamda bu İslami vecibeyi yerine getirecek
ilimde derinleşmiş âlim ve islam kadılarının
bulunmaması ne yazık ki küçük-büyük, genç-yaşlı, kadın-erkek ilimden nasibi
olmayan cahil ve avamın bu konuda pervasızca konuşmalarına ortam hazırlanmıştır.
Ve oradan buradan duyduğu bir kaç delile bakıp hüküm verebilir olmuştur...
İbnul kayyım (r.h.)söyle diyor ;
Başkasına küfür isnadında bulunmak Allah ve Rasulunün hakkı olup ancak nass
ile olur. Başkasının sözü ile değil. Dolayısı ile ancak Allah ve Resulünün
tekfir ettikleri tekfir edilebilir.
Şüphesiz kur'an ve sünnet ile
küfrü sabit olan kimseyi tekfir etmek vaciptir; Çünkü muayyen bir kişiye iman ve küfür hükmünü vermek birçok
hükümleri gerektiriyor. Başta akidevi konular olmak
üzere vela-bera. İktidar
ise ona karşı çıkmak - onunla savaşmak gibi konular neredeyse dinin her
konusuyla ilgili hükümler ortaya çıkar. Fıkıh kitaplarında mürtedin
nikâhı, mirası, boşanması, şahitliği gibi konular vardır.
Küfrü sabit olan muayyen bir kişiyi tekfir etmek vaciptir
demenin anlamı ümmetin üzerine vaciptir. Riddet
hükmünün verilmesi, ispatı ve cezanın uygulanması fertlerin görevi değil
ümmetin görevidir. Bu görevi Ümmet adına halife, kadılar, müftüler ve ehliyet
sahibi ilim ehli yapar çünkü riddet hükmünün
cezasının verilmesi için bir kişiden küfür sözü veya fiili çıkması yetmiyor
meselenin şartlarını ve manilerini araştırmak gerekir.
Kişiden küfür sözü veya fiilinin çıktığını ispatlayan
araçlar ikrarmıdır, şahitlermidir.
Dolayısı ile ikrarın şartları, şahitlerin gerekli sayısı, şahitlerde bulunması
gereken şartlar... vs gibi şeylerin bilinmesi aynı
şekilde kişiden çıkan fiil ve sözün açık küfür olup olmadığını, ihtimali olması
durumunda kişinin niyetinin sorulmasının gerektiğini, fiili açık ise küfür manilerinden
birisinin bulunup bulunmadığı vs gibi konular araştırılmadan riddet hükmü verilmez. Nasıl ki muayyen bir kişiye zina
etti hükmü ve recim cezası uygulamak için bütün bu saydığımız konulara bakmak
gerekiyorsa aynı şekilde muayyen bir kişiye mürted hükmünü
vermek için bunlar gereklidir.
Evet, bu zikretmiş olduğumuz konular herkesin bilebileceği
basit konular değildir. Aynı şekilde her mükellefin üzerine bilmesi farz ayn olan konularda değildir. Muayyen bir kişiyi bu konulara
bakmadan tekfir etmek caiz olmadığı gibi riddet
hükmünü ve cezasını vermekte avam üzerine vacib
değildir. Bu hükmü vermek yukarıda söylediğimiz gibi halife, kadılar, müftüler
ve ehliyet sahibi ilim ehli üzerine vaciptir.
Bir müslümanı tekfir etme konusunda hata yapmak bir kâfiri
tekfir etmeme konusunda hata yapmaktan daha tehlikelidir. Bundan dolayı ilim ehli muayyen bir kişiye küfür hükmünü
verirken çok ihtiyatlı ve çok dikkatli davranırlar. Muayyen kişiyi tekfir etme
konusunda şüphe, tereddüt veya zan oluşursa yakin ve selamet yönünü seçerek o
kişinin tekfirinden uzak dururlar.
Fetavayı hindiye de
şöyle geçmektedir,
"Meselede küfrü gerektiren yönler ve onu engelleyen tek
yön olursa müftünün o tek yöne meyletmesi gerekir. Ancak kişi küfrü gerektiren
bir yönü iradesi ile açıklarsa o zaman tevili ona fayda vermez.
İbnul Hacer Fethul
baride (c,2 s,314) şöyle diyor;
Gazzali diyorki; Başka bir yol bulunduğu
sürece tekfirden sakınmak gerekir, çünkü tevhidi ikrar edip namaz kılanların
kanlarını helal kılmak hatadır. Bir kâfiri hayatta bırakma
konusunda hata işlemek tek bir müslümanın kanını dökme konusunda hata
işlemekten daha ehvendir.(hafiftir)
Şunu unutmamak gerekir ki; İnsanlar arasında küfrü meşhur olan ve mütevatir - kati bir şekilde islama
savaş açtığı, islam ehline buğz
ettiği, küfür söz ve fiilleri işlediği ve âlimlerin onun hakkında küfür fetvası
verdiği kimseyi müslümanların avamıda
tekfir edebilir. Ancak insanların imanını sahih saymak için falan
kişilerin tekfir etmelerini şart koşmak yanlıştır. İslam dininde böyle bir şart
olmadığından dolayı batıl - fasit bir şart olur.
Şeyh Makdisi şöyle diyor;
Küfrü açık olan ve delaleti kati, subuti
kati bir nasla sabit olan kişinin tekfir edilmemesi
Allahın kelamını inkâr etmeyi küfre razı olmayı ve bu küfrü Allahın dininden
saymayı gerektirir. Ancak bu şekilde olmayan bilakis delaleti zanni ya da farklı manalar taşıyabilen. İhtimalli olan müteşabih naslardan dolayı tekfir
edilen böyle değildir. Çünkü meselede te’vil
ihtimali, tefsire muhtaç ve çelişkili gibi görünen naslar
vardır. Böyle bir durumda bize muhalif olanları tekfir etmiyoruz.
Ancak tekfir etmemelerinin sebebi kâfirleri dost edinmek
onlara yardım etmek, onlara sevgi beslemek ve müslümanlara
karşı onlara yardım etmek ise açık bir küfürdür. ( Husnur refaka
s,18)
Hulasa kâfiri tekfir etmeyen kişi eğer kâfirin işlediği
fiilin küfür olduğunu kabul edip, zannettiği bir mazeretten dolayı kâfirin
şahsını tekfir etmiyorsa bu kişinin tekfir edilmesi söz konusu değildir. Eğer
işlenilen fiilin küfür olduğunu kabul etmiyorsa bakılır; Eğer söz konusu fiilin
küfür olduğu tartışmalı bir konu ise bu kişi tekfir edilmez ve bidatçilik ile
itham edilmez. Ancak işlenen fiilin küfür olduğu kesin ise deliline bakılır subuti kat’i, delaleti kat’i olan bir delil yada küfür
olduğu dinde zaruretle bilinen bir fiil veya söz ise o zaman bunu küfür
saymamak küfür olur. Eğer delil bu dereceye ulaşmamışsa veya bir tevil söz
konusu olursa tekfir etmeyen kişi kâfir değil bidatçi mürcie
olur.
"TAĞUTU İNKÂR ETMEK İLE TAĞUTU TEKFİR ETMEK AYRI
ŞEYLERDİR"
Bizler ve Türkiye de tekfirde aşırıya giden gençler tağutu inkâr ile tağutu tekfir
arasında ayrım yapmazdık. Bölgemizde bulunan büyük tağutu
muayyen olarak tekfir etmeyenleri ( onların ibadetlerinden uzak durup onları
inkâr ettikleri halde ) kâfirlik ile itham ederdik. Hatta bazı gençler
böyle kişilerin kesin kâfir olduklarını söylerdi; Yani bir kişi Allahın hükmü
ile hükmetmeyen bir devlet başkanını inkâr ettiği halde bilgisinin
eksikliğinden, cehaletinden, meseleye yüzeysel baktığından veya bir tevilden
dolayı muayyen olarak tekfir etmediği - falan devlet başkanı kâfir demediği-
zaman bu kişiyi tekfir ederdik.
Bunun yanlış bir fikir olduğunu şeyh Makdisi
şöyle açıklıyor;
Bazı kardeşler bana şu şekilde itiraz ettiler; mücmel imana
sahip olan - söz konusu avam, yani islamın rükunlarını yerine getirip doğuda ve batıda yardımdan
sakınan insanların çoğu iktidarı, egemen tağutları
tekfir etmiyorlar (tağutu tekfir etmeyen ise onun
inkar etmemiştir!!!!) hatta söz konusu avamdan
bazıları ise tağutun; kendisine, çocuğuna veya köyüne
iyilik yaptığı zaman yada bir hastane inşaa
ettikleri, onlardan bir zulmü kaldırdığı zaman tağutlara
dua ediyorlar. Tabiiki tağutlar
bu gibi şeyleri yaparak insanları kandırıyor ve onların sevgisini kazanmaya
çalışıyorlar.
Hâlbuki bu hizmetler için harcanan paralar tağutların ve babalarının paraları değildir. Bilakis bu
harcanan paralar tağutların ümmetten gasp ettikleri
paralardır. Görünürde kısmi olarak insanlardan kaldırmış oldukları bu zulüm,
kanun koymaları ile ve insanları şirke sürüklemeleri ile ortaya çıkardıkları
yeni zulmün yanında hiç bir şey değildir. Tağutlar bu zulmü ısrarla
sürdürmektedirler.
Buna cevap olarak şöyle deriz;
Allahın indirdikleri ile hükmetmeyen ve Allahın izin
vermediği kanunlar çıkartan iktidar tağutları tekfir
etmemek büyük bir çelişki ve cehalettir. Bunun kaynağı cehmiyye
akidesidir. Bu akide ise bu gün müslümanlar arasında yayılan mürcie akidesinin etkilerindendir.
-.Biz bunu başka yerde açıklamıştık .-
Bu cehalete düşenler söz konusu tağutlara
islam hükmü vermede, tağutların
namaz kılmalarını. Lailaheillallah kelimesini
söylemelerini ve bunlar gibi mürcielerin yaymış
olduğu şüpheleri delil olarak göstermektedirler
Bu şüpheleri delil göstermek, avam halka ve yaşlılara mahsus
değildir. Bilakis bu namazdan ilme ve davete mensup olan kişilerin çoğu
şüpheleri nakleder ve yayarlar. Biz onlar hakkında sapık ve cahillerdir deriz.
Onların çoğu mürcienin akidesini hatta farkında
olmadan cehmiyyenin akidesinden bazı şeyleri
benimsemektedirler. Ancak bütün bunlara rağmen tevhid
ehli ile bu gibi kimseler arasındaki ihtilaf tağutlara
iman ve küfür ismini vermek babında kaldığı sürece biz onları tekfir etmeyiz.
Ancak bizim onlarla olan ihtilafımız tevhid ve şirk
konusuna taşındığında yani onların tağutları tekfir
etmemeleri, tağutları dost edinmelerine, onlara
yardım etmelerine sebep oluyorsa o bid’atleri onları
küfre ulaştırır. Allahtan selamet ve afiyet dileriz.
Bu ilginç zamanın çelişkilerindendir ki bahsettiğimiz tağutu tekfir etmeyen insanların bazıları küfür kanunlarından
beri oluyor, bazıları tağutun kendisinden de beri
olup onlara buğz ediyor ve hatta bazıları tağuta karşı çıkıp onunla savaştığını dahi görüyoruz.
Buna örnek olarak Cuheyman ve
cemaatini örnek verebiliriz. Bunların çoğu ne suud
rejimini nede kralı tekfir etmiyorlardı. Bu onların bilgisizliklerinden ve
yüzeyselliğindendir. Buna rağmen onlara (kral ve rejimine) buğz ediyorlar, devletin işlediği münkere
karşı çıkıyorlar ve bunun sonunda onlarla savaştılar.
Bu gibi insanların çoğu tağutu
tekfir etmediği halde, onlara yardım etmiyor, onlara buğz
ediyor, onlardan ve kanunlarından beri oluyorlar. Bu hiç şüphesiz bir
çelişkidir. Çünkü tekfir etmemek dostluğun bir kısmını (islam
dostluğunu) gerekli kılacaktır. Yani, dolaylı olarak bu tağutları
tekfir etmedikleri için onları imani dostluk dairesi
içine katmış olacaklardır. Bunun böyle olmadığını söyleyen ise ya cahildir yada beynel menzileteyn
(yani; bu tağutlar müslümandır ama dost edinilmez
demeleri gerekli) olur. Ancak böyle bir kişiyi mezhebinin lazımı(neticesi)
ile tekfir etmek arasında büyük bir fark vardır. Çünkü sahih görüşe göre
mezhebin lazımı mezheb değildir. Taki
mezhep sahibi lazımı bilip kabul edene kadar.
Hulasa Tağutu tekfir etmeyen onu
inkâr etmemiştir diyenler doğru söylememiş ve dikkatli olmamışlardır. Çünkü tağutu inkar etmek, tağutun egemenliğini kabul etmemek, ona ibadetten sakınmak,
kanunlarına itaat etmemek, onun şirkini ve dostlarını reddetmeyi içerir.
Dolayısıyla bir şüpheden dolayı tağutu tekfir etmeyen
ve bunların hepsini gerçekleştiren kişi cahil bir mürcie
dahi olsa tağutu inkâr etmiş sayılır.
Tam tersine tağutu tekfir eden bir
kişi bu saydığımız şeylerden birisini işlerse tağutu (tekfir
ettiği halde) inkar etmemiş olur. (el meabihul munira s.7)
Şeyh Makdisi tağutu
tekfir etmeyenleri çok sert bir dille eleştirmektedir. Ancak inkâr ile tekfirin
birbirinden ayrı olduğunu, bir kişinin tağutu tekfir
etmediği halde inkâr etmesinin mümkün olduğunu ve sadece bu sebepten dolayı
tekfir edilemeyeceğini söylüyor.
Derim ki; "aslında inkâr ile tekfir (yani Arapçada kefere
ile keffera) arasındaki fark açıktır.
Ancak avam halkın işlediği cürmün büyüklüğü bizlerin
bunu düşünmememize sebep olmuştur. Doğruya eriştiren Allah"a hamd olsun.
Şeyh Makdisi şöyle diyor;
Biz tağutları ve destekçilerini
şüphelenmediğimiz yakini delillerle tekfir ediyoruz. Bu konuda herhangi bir
şüphemiz veya kuşkumuz yoktur. Ancak bizim muhaliflerimizin ve aynı şekilde
avam halkın elinde kendilerine göre zahiren çelişkili ayet ve hadisler vardır.
Onların çoğu "Allah"ın
indirdikleriyle hükmetmeyenler işte onlar kafirlerdir."(Maide 44)’ü inkar etmiyorlar,
aynı şekilde "Ey iman edenler Yahudi ve Hıristiyanları
dost edinmeyin onlar birbirlerinin dostudurlar sizden kim onları dost edinirse
oda onlardandır.(Maide 51) ayetini de inkar etmiyorlar.
Bunun için onlar hakkında "kafir
olmuşlar, çünkü Allah ve Rasulunün s.a.v. tekfir
ettiğini tekfir etmediler, Allah ve Rasulunü
yalanladılar" demek yanlıştır. Bunlar gerçekten Allah ve Resulünü
s.a.v. tekzib etmemişler. Allah ve Rasulunün s.a.v. kelamını inkâr etmemişlerdir. Bilakis bu naslarla beraber-onlara göre-çelişkili naslar
olduğundan dolayı tağut ve taraftarlarının tekfirinde
tereddüt ederler veya dururlar.
O naslardan bazıları şunlardır.
"Kim LAİLEHE İLLALLAH derse cennete
girer." -Usame
bin Zeyd r.a. hadisi.
"Namaz kıldıkları sürece onlarla savaşmayın hadisi-bi take hadisi....
gibi murcielerin delil gösterdiği hadisler....
Onlar bu hadislerle birlikte bu nasları
tefsir eden- açıklayan- başka nasları birlikte
almamışlardır.
Biz böyle yapan kişilere murciedirler,
sapıktırlar hatta cahildirler diyebiliriz. Eğer bunlar kendilerine tabi olunan
kimseler ise sapmış, saptırmış ve cehaletin başlarıda
diyebiliriz ancak tağutları tekfir etme konusunda
bize muhalif oldukları için onları tekfir etmeyiz. Onlarla olan ihtilafımız
ellerindeki şer"i nasların oluşturduğu
şüphelerden dolayı sadece tağutlara iman-küfür ismini
verme konusunda kaldığı sürece biz onları tekfir etmeyiz. -Bizim
üzerimize düşen- Vacip olan hak mezhebi bunlara beyan etmek ve hüccet
ikamesi yapmaktır.
Bunun için selef, ehli sünnet ile
ihtilafı lâfzî olup namaz ve onun gibi amelleri sadece isim olarak imanın
tanımından çıkaran mürcie ile tevhidle
beraber farzları terk etmek zarar vermez diyen gulat-ı
murcie arasında ayrım yapmıştır. Bunun bilinmesi
gerekir ancak bütün mürcieler gulat-ı
mürcie gibi değildir. Zira sırf heva
ve asabiyetten dolayı muhaliflerin tekfir edilmesinden sakınmak gerekir. Tabiki bu meselede onlarla ihtilaf ellerindeki şeri delillerden dolayı tağutlara
iman-küfür ismi vermede kaldığı sürece ve tağutlara
yardım etmedikleri sürece böyledir.(Husnur Refeka)
—Dikkat edilirse şeyh Makdisi
tevhidin özünde bize muhalefet etmediği sürece mürcie
hatta cehmiyyeden etkilenmiş olsalar dahi muhalifleri
tekfir etmemiştir.
Denilebilir ki "Bizim bu insanlar ile ihtilafımız
tevhidin özünü ilgilendiren konulardadır. Yani demokrasi, askerlik, 657.madde
vs. gibi tağuta yardım ve onları dost edinme
konusunda bize muhaliftirler.
Deriz ki "Bu söylediğimiz şeylerin küfür sebebi
olduklarında şüphe etmiyoruz, ancak her küfür sebebi yani küfür fiili işleyen
veya küfür sözü söyleyen kişiye şartlar ve manilere bakılmadan mürted hükmü verilemeyeceği gibi, bu hükmü verecek
olanlarda söylediğimiz gibi halife, kadı-müftü ve ehliyet sahibi ilim
ehlidirler. Yoksa her önüne gelen kişi birilerini küfür sözü veya küfür fiili
işliyor diye tekfir edemez ve etmemeli. Aksi takdirde büyük bir fitnenin kapısı
kırılarak açılabilir. Küçük-büyük, kadın-erkek, usullü-usulsüz, cahil avam
halktan her kişi sağlam ilmi mesnedler olmaksızın
istediği kişiyi tekfir eder, kanını ve malını helal kılabilir. Hatta bazı heva ve heveslerine uyan kişiler buğz
ettikleri, sevmedikleri kişileri tekfir etmek için bahaneler arar ve bu
bahaneler ile insanların kanlarını ve malını helal kılabilir. Şeyh Makdisiyi tanıyan onun kitaplarını okuyan ve özellikle otuz
risaleyi okuyan kişinin, şeyhin bu konuda ne kadar hassas davrandığını
görebilir. Aynı şekilde âlimlerin bu konuda söyledikleri ve yazdıklarına
bakılırsa hassasiyetlerinin büyüklüğü görülecektir. Biiznillah.
Rabbimizden bize ve kardeşlerimize böylesi hassas konularda
her daim basiret ve hidayet nasip etmesini istiyoruz. Âmin.
*KÜFÜR SÖZ VE FİİLLERİNİ İŞLEYEN HER KİŞİ KÂFİR OLMAZ*
Bizler küfür söz ve fillerini işleyenler hakkında tekfirin
şartları ve manilerini hassas bir şekilde incelemeden alel
acele tekfir ederdik. Yani küfür söz ve fiillerini işleyen kişi ile hakkında
şartların yerine gelip manilerin kaktığı kâfir olan kişiler arasındaki ince
ilmi ayrımları yapmadan hepsini bir kabul ederdik. Tekfirin engelleri olan
muteber cehalet, tevil, ikrah olup olmadığına ayrıntılı bir şekilde bakmadan
küfür söz ve fiilleri işleyen her kişiyi tekfir ederdik.
Bu konuda Şeyh Makdisi şöyle der;
İnsanlar ifrat ve tefrit arandadırlar. Hak ise ne ifratla nede tefritle
birlikte değildir. Bilakis delil ile beraber ortadadır.
Allah'ın dinine savaş açan ve kanun koyan kafire müslüman
muamelesi yapmak caiz olmadığı gibi ......sadece zan
ile muvahhid müslümanı tekfir etmekte caiz değildir.
Dolayısıyla kim yakini bir şekilde islama girerse
ancak yakini bir sebep ile yani sahih, açık, şeri bir
delil ile islam sıfatı ondan kalkar.
Özellikle muayyen hakkında hüküm verirken tekfirin
manilerine bakmak kaçınılmaz bir şeydir. Nice insanlardan küfür sözü ve küfür
fiili vuku bulabilir. O zaman bu insan hakkında küfür sözü söylemiş veya küfür
ameli işlemiş denir. Ancak onun hakkında tekfirin manilerinden biri bulunduğu
zaman ona küfür hükmü verilmez. Bu çok önemli bir kuraldır.
Bizler bu kuralı biliyorduk. Ancak zikrettiğimiz tekfirde
aşırı gitmemize sebep olan etkenler bu ilmi kurala yüzeysel bakmamıza, dar
tutmamıza veya farkında olmadan göz ardı etmemize neden olmuştur.
Şöyle ki; Bilgisizce oy kullanan, askere giden, 657. maddeyi
imzalayan, içinde küfür söz ve fiilleri bulunan işleri yapan kişilerin
durumlarını ilmi inceliklerle tam araştırmadan tekfir ederdik. Bu ve
zikredeceğimiz ince ilmi hatalardan tevellüt eden (doğan) neticelerle
Türkiye halkının genelinin kâfir olduğunu söyler muhkem ilmi dayanaklara
dayanmaksızın tekfir ederdik.
Genel tekfir hakkında âlimlerin aşağıda zikredeceğimiz
sözlerini Türkiye vakıasına uymadığını söyleyerek kabul etmezdik.
Âlimlerin görüşleri
1. Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz, Beşeri kanunlarla hükmedilen, önceden müslüman
olan ülkelerdeki halkların durumunu açıklarken şöyle diyor.
......2) Zahiri İslam olanları; Bu kısma girenler hükmen
müslümandırlar. Bunlar mesturul hal (durumu gizli)
olan müslümanlardır. Bunlar kendilerinde İslam alametlerinden
birisinin bulunup ve kendisinden islamı bozan
amellerden birini işlediği bilinmeyen kişilerdir. Çünkü şart zahiren islama delalet eden sebepleri taşıyan kişiye islam hükmünü veriyor. Bu nedenle islam
hükmü onun hakkında sabittir. Ancak kişi bu hal ile beraber islamı
bozan bir sebebin ortaya çıkıp çıkmadığı bilinmeyen kişiye islam
hükmü verilir.
Rasulullah s.a.v. buyurdu ki;
Herkim bizim namazımızı kılarsa, kıblemize yönelir ve
kestiğimizi yerse o kişi müslümandır. (Buhari)
Hafız ibn Hacer
bu hadisin şerhinde şöyle diyor;
Hadisten anlaşılıyor ki, insanlar hakkında ki hükümler
zahirlerine bağlıdır. Her kim bir dinin alametini taşırsa kendisinden bu dine
muhalif bir şey çıkmadığı sürece bu dinin ehline verilen hükümler bu kişiye de
verilebilir.
(Fethul
bari C.1 s.497)
-İki grup mesturul hal olan
müslüman hakkında hata etmiştir.
a) Küfür egemenliğine sessiz kaldığı için onları tekfir eden
taifeler:
Çünkü sessiz kalmaları razı olmalarının delilidir derler.
Bunların selefleri vardır Avffiye Beyhesiyye
haricileri bunların selefidir. Bunlar derler ki; Devlet başkanı kafir olursa raiyeden hazır ve gaib
herkes kafir olur. (Makalat
El-İslamiye Ebul Hasan El-Eş"ari 1.192-194)
Bu yanlış bir sözdür usulü fıkhın muhkem kurallarından
biride şudur;"suskun kalan kişiye söz nisbet
edilmez"
Rasulullah s.a.v. şu hadisi buna delil olur
"Sizden kim bir
kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle, bunada gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin. (inkâr etsin) işte bu imanın en zayıf
noktasıdır. (Muslim)
Hadis şuna delalet eder ki; Susan kişi kalbiyle inkar ediyor olabilir. Bu durumda da mümin kalmış olur.
Şu hadiste aynı manayı ifade eder
"Başınıza bir
takım emirler gelecektir. Sizin kabul ettiğiniz ve sizin kabul etmediğiniz (ma’ruf ve münker) şeyler yapacaklardır. Bunu (münkeri) reddeden bundan beri olur, inkâr eden
kurtulmuş olur. Ancak buna razı olup tabi olanlar (helak olur)
Dediler ki; Ey Allah"ın Rasulü onlarla savaşalım
mı?
Dedi ki namaz kıldıkları sürece hayır.
Açıktır ki; kim münkeri
reddederse onun vebalinden ve cezasından kurtulmuş olur. Bu durum ne eliyle
nede diliyle reddedecek durumda olmayanın halidir. Bu durumda olmayanın
halidir. Bu durumda olanlar kalbi ile kötülüğü reddetsin ve ondan beri olsun.
(Muslim Şerhi 12/243)
Suskun kişinin hali ihtimalli olduğu sürece onu tekfir etmek
caiz değildir. İhtimalli fiillerden biride (mesturul
hal) suskun olmaktır.
b) Bu konuda hataya düşen ikinci taife
ise:
Bu bölgelerde mesturul hal olan
müslümana islam hükmü vermede tevakkuf (durumu
belli olana kadar ne islam nede küfür hükmü vermeme) yapan
taifedir. Ona islam hükmü vermek için durumunu ve
itikadını sınayıp araştırmayı şart koşarlar. Bu görüş Ahnesiyye
taifesinin görüşüne muvakkıftır.(Ahnesiyye taife) tevakkuf ve tebeyyünü şart koşarlar.
Ebul Hasan El-Eşarinin "makalatı islamiyyin" adlı
kitabının 1/180"e bakabilirsiniz.
Mesturul hal olan kişi hakkında bu şekilde tevakkuf yapmak bid’attır. Bunun bid’at olduğuna
delil ise kişinin İslamına hükmetmek için gerekli
olan alametlerin büyük bir kısmı darul harpte veya
savaş esnasında ortaya çıkmıştır. (Nisa 94) Bu deliller gösteriyor ki; Her kim darul harpte islam alametlerini
izhar ediyorsa o kişiye islam hükmü verileceği
konusunda tevakkuf olmaz.
Kişi bu hal üzerine ölürse kendisine müslüman muamelesi
yapılır. Bu konuda âlimler arasında ihtilaf yoktur. Müslümanın kanının malının
ve ırzının ister küfür diyarında olsun ister islam
diyarında olsun islamın koruması altındadır.(El-Muğni 9/335) bakılabilir.
—Söylediğimiz bu konuya muttefekun
aleyh olan Usame bin Zeydin hadisi ve Halid Bin Velidin "Sabii olduk sabii olduk"
diyen beni Cudeyme esirlerini öldürdüğünde Peygamber
s.a.v.bunu kabul etmemesi (Bu hadis Buhari de geçer) ve
buna benzer naslar delildir.
Hafız ibni Recep el-Hanbeli r.h. Dedi ki;
İslam dininde bilinmesi zaruri olan konulardan biriside
Peygamber s.a.v. gelip İslama girmek isteyenlerden
sadece kelime-i şehadet istenirdi. Bu onun islamına hükmedilmesine ve kanının korunmasına yeterdi.
Usame bin Zeydin LAİLAHEİLLALLAH
diyen adamı öldürmesine Peygamber s.a.v. şiddetli bir şekilde karşı çıkmıştır. İslama girmek isteyipte Peygamber
s.a.v. gelenlere Peygamber s.a.v. bunun haricinde(kelime-i şehadeti telaffuz etme) bir şeyi şart koşmazdı. Sonra
namaz kılmasının ve zekat vermesinin gerekli olduğunu
söylerdi. (Cami el-ulum vel-hikem
s.72)
(Şeyh Abdulkadir bin Abdulazizin Camii iman-küfür bölümü)
-Şeyhin bu ve buna benzer sözlerinden anlaşılıyor ki;
kendilerinde islam alametleri bulunan yani mesturul hal olan insanları hükmen müslüman kabul
etmektedir. Bu durumda olan müslümanları tekfir eden
veya ne islam nede küfür hükmü vermeyip tevakkuf
eden, İslam hükmü vermek için durum ve itikadlarının
tebeyyününü şart koşanların hata işlediklerini söylemekte ve haricilere
benzetmektedir. Bir kişiye islam hükmü vermek ile o
kişinin hakikaten müslüman olmasının ayrı şeyler olduğunu, bir insanda islama delalet eden alametler görüldüğünde islamına hükmetmek gerektiğini söylemektedir. Kişinin şehadet kelimesini söylemesi ben müslümanım demesi, namaz
kılması, ezan okuması, hacca gitmesi, müslüman bir kişinin ona şehadet etmesi,(söz konusu kişi çocuk ise) anne ve
babasının veya ikisinden birisinin müslüman olması bu kişinin hükmen müslüman
olmasına yeterlidir diyor. Şeyh Abdulkadirin bu
konudaki görüşünü daha iyi anlamak için el-camii adlı kitabının iman-küfür
bölümüne bakabilirsiniz.
2. Ebu Katade
bu konuda şöyle diyor;
"Bu
yanlı sağlam fıtrat sahibi avamı" Allah yolunda cihadın temel maddesi
olarak kabul etmek önemli ve zaruri bir noktadır. Allah’ın lütfuyla
bu selefii cihad cemaati
ile tekfir cemaatleri arasındaki farklardan da biridir. Çünkü bize göre
ümmetimizde aslolan islamdır.
Şartları yerinde olan sarih bir küfür belirtisi görmediğimizde kişi için asıl
olan islamdır. Ancak taşkınlığı, tekfiri, tebeyyün ve
tevakkufu savunan cemaatler bu sünni yol üzerine
değillerdir. Onlara göre ümmetimizde asıl olan küfürdür. Veya durumları
netleşinceye kadar sukut edilmesi gerekir. Bu nedenle bunlar avamı islama davet edilmesi gerekenler olarak kabul
etmektedirler. Selefiyye cihad
cemaatleri ise avamı müslüman olarak kabul etmekte ve onları Allah yolunda cihad için yardımcı ve eğitilmesi gereken (müslüman)
kimseler olarak görmektedir. (El-Cihad vel-İçtihad s.288-289)
Ve devamla şöyle der;
İslam ümmetinin top yekun küfrüne ve çağımızda insanlarda
asıl olanın küfür olduğuna inananlar bidat ve delalet ehli olup çağımızın
haricileri olarak isimlendirilmeye müstahak kimselerdir.
Ancak hiçbir yoruma (ihtimal ve mazerete) mahal
bırakmayacak şekilde küfrüne delalet eden söz veya fiillere sahip olan kimseyi
tekfir etmek için bu söz veya fiiller dışında başka hiç bir şeye ihtiyaç
yoktur. İşte
islam budur. Bunun dışındakiler bidat ve delalettir. Tekfir konusunda ta’mim (genelleme)
yapmak tamamen sakıncalı ve zararlıdır.(el-cihad vel-cihad
s.143)
Görüldüğü gibi Şeyh Ebu Katade
ümmetin avamını tekfir edenleri Ehli Sünnet saymamakta, tekfirciler ile mücahidler arasındaki farkın bu olduğunu söylemekte ve
çağımızdaki avam halkı tekfir edenleri bidatçı,
delalet ehli, tekfirci ve çağımızın haricileri olarak isimlendirilmeye müstahak
olduklarını söylemektedir.
3. Ebu Basir şöyle diyor;
İslam toplumlarında insanlarda asıl olan islam
olduğuna inanıyoruz ve bunun hilafına (şartları yerinde, manileri olmayan
sarih bir küfür belirtisi) bir şeyi izhar etmedikleri sürece müslüman
olduklarını söylüyoruz.(Akidemiz)
Şeyh Makdisiye sorulan şu soruya; Bedevi yaşlı erkek ve kadınlar gibi avam insanları, sizin
açıkladığınız şekilde şartlarıyla, manileriyle ve lazımlarıyla
LAİLAHEİLLALLAH’IN manasını bilmek zorundamıdırlar?
bu
şekilde LAİLAHEİLLALLAH’ın manasını bilmeyen avam
halk kafir olurmu?
Şöyle cevap vermiştir; Allah’a
hamd Rasulune salât ve
selam olsun. Ne bedevi, ne yaşlı erkek, ne yaşlı kadınlar, nede avam
insanlardan hiçbirisi bizim beyan ettiğimiz şekilde ve alimlerin
kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıkladıkları gibi LAİLAHEİLLALLAH’ın
şartlarını, manilerini, lazımlarını ayrıntılı bir şekilde manasını bilmek
zorunda değillerdir. Bunu İslamın şartlarından
saymıyoruz. LAİLAHEİLLALLAH’ın manasını bu şekilde
bilmeyenlerin kâfir olduğunu söylemiyoruz.
Bu gibi avam insanlar ancak islamın
sıhhat şartı olan tevhidi gerçekleştirmek ve şirkten uzak olmak zorundalar. Allahu Teala şöyle buyuruyor; "Her kim tağutu inkar
edip Allah’a iman ederse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa tutunmuştur.(Bakara 256)
TAĞUTU İNKAR ETMENİN DERECELERİ VARDIR.
Birincisi; Derecelerin
en yükseği en büyüğü islamın zirvesi olan, tağutu yıkmak, insanları ona ibadetten uzaklaştırıp
yalnızca Allah’a ibadet etmelerini sağlamak için cihad
etmektir. Bu derece Allah’ın emrini ayakta tutan taifetül
mansura dan olan
mücahitlerin derecesidir. Allah’ın emri gelinceye kadar onlara muhalif olanlar
ve onları yarı yolda bırakanlar onlara zarar veremeyeceklerdir. Bu seçkinlerin
yoludur. Biz insanların hiçbirisinin zorunlu olarak bu yolu izlemesinin gerekli
olduğunu söylemiyoruz çünkü bu yolun ehli seçkinlerdir. Allah bizi onlardan
kılsın(AMİN)
Derecelerin en düşüğüne gelince;
-Onsuz kişinin müslüman olmadığı dereceden bahsediyoruz-Bu derece
ise Allah’u Tealanın kendi
haklarından saydığı ve bütün insanlığa farz kıldığı Allah’a ibadet etmek, tağutlardan kaçınmaktır.
Allah’u Teala şöyle buyuruyor "Biz her ümmete yalnız Allah’a ibadet etmeleri ve tağutlardan sakınmaları için peygamberler gönderdik" (Nahl36)
Tağuttan sakınmak, ona yapılan her türlü ibadetlerden sakınmak, onu
ve ehlini dost edinmekten sakınmakla olur. Bu şekilde kişi büyük şirkten
kurtulmuş ve hanif olmuştur. Yani şirkten
uzaklaşanlardan olur.
Kişi her türlü şirkten sakınıp tağutlara
ve ehline yardım etmez ve yalnızca Allah’a ibadet ederse kişinin onsuz müslüman
olmadığı tevhidi yerine getirmiş olur. Özellikle avam halk, yaşlı erkek ve
kadınlar tevhidin ayrıntılarını âlimlerin kitaplarında açıkladığı şekilde
manileriyle, şartlarıyla ezbere bilmelerinin zaruri olduğunu söylemiyoruz.
Ancak mühim olan ve şart olduğunu söylediğimiz şey tevhidi gerçekleştirmek ve-
anlattığımız -tevhidi bozan unsurlardan herhangi birine düşmemektir. Kişi
tevhidin aslını ve rükünlerini yerine getirip şirkten sakınırsa islamı bozan unsurlardan birini işlemediği sürece
müslümandır. Bugün yaşlıların çoğu bu hal üzeredirler. Keşke insanların çoğu
onlar gibi olsalar. Çünkü onlar bugün ilme daveti ve marifeti iddia eden
kimselerin çoğundan daha hayırlıdırlar. Bu sözün aynısını eski alimler şöyle söylemişlerdir; "Herkim yaşlıların dini
üzere ölürse kazanmış olur" Aynı şekilde bu söz felsefe ve kelam ilmine
Allah azze ve cellenin
sıfatlarının teviline dalanlar hakkında söylenmiştir. Bu gibi insanlar sukut
edip Kur’an ve sünnete akıllarını, fasid tevillerini
sokmadan mücmel bir şekilde iman etmiş olsalardı fıtrat ve yaşlıların inancı
üzere olurlardı. (El İşraka)
-VAKIA-
Âlimlerin beşeri kanunlar ile yönetilip önceden darul islam olan ülkelerde avam
halkı tekfir etmediklerini ve bu konuda bizim gibi düşünmediklerini biliyorduk.
Ancak vakıa farklılığı var, onların yaşadıkları ülkeler ile Türkiye’nin vakıası
bir değil bu nedenle onların bu konulardaki sözleri Türkiye için geçerli
değildir, Türkiye’nin bir asra yakın küfür ile yönetildiğini halkın buna tepki
göstermediğini bilakis yönetime oyları, asker olmaları vs. gibi fiilleri ile
destek verdiklerini tevhidin özü olan LAİLAHEİLLALLAH’ın
manasını bilmediklerini vs, yaptıkları işlerin başka ülkelerdeki vakıanın aynısı
olmadığından bu alimlerin sözlerinin kendi ülkelerinde
kabul edilse de, Türkiye’de kabul edilemeyeceğini söylerdik. Bunları söylerken
şunu da eklerdik; Bizim ile bu âlimler arasında pek fark yoktur bu küçük fark
netice itibarı ile fazla bir şey değiştirmez hatta bu lafzii
bir ihtilaftır" diyorduk. Şimdi ise bu ihtilafın lafzii
bir ihtilaf olmadığını, neticeyi tamamen değiştirdiğini, bizim tekfir
ettiklerimize onların mesturul hal deyip avam halka
müslüman hükmünü verdiğini gördük.
Yani apayrı iki hüküm.
Burada biraz vakıadan bahsetmek istiyoruz: Vakıanın
değişmesi ile hükümlerin değişeceği inkâr edilemez bir gerçektir, ancak vakıayı
belirleyen kimdir? Bir bölgedeki vakıanın başka bir bölgedeki vakıadan farklı
olduğuna kim hükmedecek? Bu hükmü vermek için o vakıayı bizzat yaşamak mı
gerekir. Bizzat yaşayanlar dışında kimse bilmez mi?
Şüphesiz bilinmelidir ki Allah’tan korkan her âlim yeterli
bir araştırmadan sonra vakıayı bilebilir. O vakıayı yaşayan insanların sadık
bir haberi ile vakıalarından haber vermeleri hakkında hüküm vereceği vakıanın
aynısını bil fiil kendi bölgelerinde yaşamları veya kendilerinin bizzat o
bölgeye gidip görmeleri ile vakıayı bilebilirler.
İnanıyoruz ki bu âlimler ve - istihbaratıyla ayakta duran, amerika ve israile karşı savaşan-
mücahidler Türkiye"nin vakıasını bilmeden
Türkiye hakkında bir hüküm vermezler. Bunlardan bazıları bil fiil kendileri
Türkiye’de uzun yıllar kalmış, bazıları Türkiye’nin vakıasının aynısını ve
hatta daha kötüsünü kaldıkları bölgelerde yaşamış ve büyük bir çoğunluğu ise
bizzat Türkiye"de yaşayan sadık Müslümanlardan (tevatür derecesine
ulaşmış) doğru haber ile duymuş ve öğrenmişlerdir.
İş böyle olduğu halde kendilerini hayır üzere bildiğimiz mücahidler ve âlimlerin bizim vakıamızı bilmeden hüküm
verdiklerini söylemek yanlıştır.
SON OLARAK
Evet, bizler hiçbir zaman delilsiz tekfir etmedik ve
Allah’tan korkan aklı başında hiçbir Müslüman kardeşimizin delilsiz tekfir
edeceğine inanmıyoruz. Ancak genel tekfir yaparken dayandığımız deliller
genelde ilmi inceliklere riayet edilmeyip, yüzeysel söylenen naslar, vaaz esnasında söylenmesi gereken terhip (korkutma) içeren sözler-naslar
ve hatta bazen delil sayılamayacak nasları ve
âlimlerin sözlerini delil olarak kullanır bunlar ile tekfir ederdik. Bu
delilleri birbirinden ayıracak bilgileri olmayan gençler bu delillerden her
birinin başlı başına -islamın en ağır
konusu olan tekfirde- delil olabileceğini düşünür -zanneder- netice olarak
ta bunlar ile tekfir ederler. Bu hataya bizde düştük. Allah, bize ve dinlerine
duyarlılıklarından dolayı tekfirde aşırı gitme hatasına düşen kardeşlerimize
bilmediklerimiz hakkında konuşmamayı, böylesi dinin hassas konularında ehli
sünnet âlimlerine uymayı nasip etsin ve hatalarımızı affetsin.-------Allahumme Amin-------
Bilinmelidir ki bu dine duyarsız olanların (murcielerin) verdiği ve vereceği zarar kadar aşırı
gidenler (hariciler) de zarar vermiş ve vermektedirler. Bu iki zararlı
taraftan ve onlara meyletmekten uzak durmalıyız. Bunun tek yolunun böylesi
kritik konularda ehli sünnet alimlerinin yolunu takip
etmek olduğuna inanıyoruz.
Şeyh Makdisi şöyle diyor; çoğu insanlar hakkın dar görüş ve sert (aşırı) mezhebe meyl etmek ile destekleneceğini zannederler. Böylece işin
sonunda tekfir konusunu geniş tutup Allah ve Resulünün tekfir etmediklerini
tekfir ederler. Bilsinler ki hak, duyarsız -müsamahacı- ifrat mezhebi ile
olmadığı gibi sert -aşırı- tefrit mezhebiyle de değildir. Bilakis delillere
uyan doğru mezhep iledir.
İbn Kayyım (R.H.) İgasetul lehfan min
mesaidi-
şeytan adlı güzel eserinde selef âlimlerinden bazılarının şöyle
dediğini naklediyor; Allah Tealanın emrettiği her
emirde şeytanın iki payı vardır. Biri ifrat ile kusurlu davranmak ikincisi ise
aşırılık -tefrit- ve tecavüzdür. Şeytan hangisini kazanırsa kazansın zafere
ulaşmış olur. (Husnu Refeka)
Bizler; oy kullanan, küfür sistemlerine askerlik yapan,
657.madde ve buna benzer küfür maddelerine imza atan, çocuğunu içinde küfür söz
ve fiilleri işlenen okullara gönderen, küfür sistemlerinde sahten din
görevliliği -imamlık- yapan ve bunlara benzeyen her hangi bir şekilde küfür
sistemlerini benimseme, yardımda bulunma, sevgi besleme gibi söz ve fiillere
kesinlikle karşıyız. Bu fiillere
delillerine göre küfür veya büyük günah deriz ve bu fiilleri işleyen kişilerden
fiillerinin ve cürümlerinin büyüklüğü kadar bera
uygularız. Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen dinimizde aşırılığa
gitmemeliyiz ve gitmiyoruz biiznillah.
Bu saydıklarımız cürümleri işleyenler bu yazdıklarımıza ve
âlimlerin bu konularda yazdığına bakarak kendilerini selamet sahilinde zan
etmesinler. Bilakis bilsinler ki çok büyük bir uçurumun eşiğindedirler. Bizler
avam halk müslümandır derken avam halk masum ve tertemizdir demiyoruz. Bunu
söylememizin sebebi kur’an ve sünnetten delillerin ve
âlimlerin bu konuda söylediklerinin bunu göstermesi, dinimizde aşırıya
gitmekten sakındığımız, Allah ve Resulünün tekfir etmediklerini haddimizi
bilerek tekfir etmediğimiz ve onların tekfiri hakkında oluşan şüpheler
karşısında kendi dinimizi korumamız için ihtiyatlı davranmamızdandır.
Hem bizim kardeşlere hemde avam
halka (bu cürümü işleyenlere) şu hadisi hatırlatmak isterim.
Numan bin Beşir r.a. dan Rasulullah s.a.v. i şöyle derken
işittim;
Helal açıktır haramda açıktır, ama ikisinin arasında
insanların çoğunun bilmediği şüpheli işler vardır. Kim şüpheli işlerden
sakınırsa dinini ve haysiyetini kurtarır, kimde şüpheli işlere takılırsa bunun
durumu yasak bölgeye düşebilecek şekilde koyun otlatan çoban gibidir.(her an düşebilir)
Şunu bilin ki her hükümdarın bir yasak bölgesi vardır. Allah’ın
yeryüzündeki yasak bölgesi ise haramlardır. Bilin ki vücutta bir et parçası
vardır, eğer o düzelirse vücudun tamamı düzelir, eğer bozulursa vücudun tamamı
bozulur. Bakın o kalptir. Demiştir. (Buhari)
Bilinmelidir ki; Bizlerin pek delil zikretmeden bu alimlerin sözünü nakletmemiz bizim bu akideyi bu alimlerin
kitaplarından öğrenmemiz ve insanlara bu akideyi götürdüğümüzde, tebliğ
ettiğimizde bu alimlerden çokça söz etmemiz onların kitaplarından deliller
göstermemizdendir.
Yine bilinsin ki bu risale belirli konular üzerine yazılmış
bir beyandır. Amacımız bu ilmi konuları derinlemesine ilmi delillerle serdetmek
değildir. İlmi bir şekilde bu konuları araştırmak isteyenler, bu konularda
yazılmış onlarca hatta yüzlerce ilmi delilleri içeren kitaplara müracaat etsin.
Kendi nefsimize ve kardeşlerimize şu nasihatte bulunuyoruz.
Bu konularda bizim sebep olduğumuz veya başka herhangi bir sebepten dolayı
aşırı giden kardeşlerimize bu hatalarını düzeltmelerini bu konularda daha
hassas olmalarını ve ehliyet sahibi alimlerin bu
konulardaki görüşlerine uymalarını istiyoruz. Bu konuların vela-bera açısından önemli olduğunu bilmekle birlikte, özellikle
tevhidi benimsemiş gençlerin gereğinden fazla bunlar ile ilgilenip dinin diğer
konularını eğitim, ibadet, davet ve cihad konularını
ihmal etmemeleri gerektiğini nasihat ederiz. Bilmeliyiz ki Allah’tan hakkıyla
korkanlar âlimlerdir. Onlar en az bizim kadar islam
akidesini koruma konusunda duyarlı ve hassas davranıyorlar. Böylesi hassas
konularda onlara uyulmalıdır ve uymalıyız.